Brüksel’de Baskın
Cuma, Mart 15, 2024Kimsenin tek bir seçeneği yoktur bu hayatta, polis hanım. Ben, babam gibi olmamayı seçtim. Kendi kendime sormadan edemiyorum elbet. Beni huzurdan engelleyen nedir, günün birinde ben de kabul görür müyüm diye. Kendi düşüncelerimin karmaşasında boğuluyorum. Anlam arayışında, sessiz çığlıklarla dolu gölge figürümde var olma çabası içindeyim. Işığa doğru bir yol bulma umuduyla, elbette bir gün karanlığın derinliklerinden kurtulacağım. O gün geldiğinde ise, kimseye tepeden bakmamayı başaracağım...
Yat yere, yat yat yat!”
İşletme sahibi şaşkınlıkla karşımızda duruyordu. Bizi görünce ıslak kollarını havluyla silmeyi bıraktı, gömleğinin kollarını hızlıca indirdi. İhbar almıştık. Burası bugün Brüksel polisiyle birlikte baskın yaptığımız üçüncü mekândı.
Karşımda duran adama baktım. Gözleriyle sağı solu incelerken, kaçacak bir delik aradığı belliydi. Aptallık etme diye düşünüyordum. Kaçmasına izin vermeyeceğimizi bile bile yine de kararlı bir hamleyle cama koştu. Telefonunu dışarıya fırlattı. Benim için ne kadar da beklendik bir hareketti. Baskından önce camın altına adamlarımı çoktan yerleştirmiştim. Kaçacak yeri yoktu.
O an meslektaşım Vandenborre belinden silahını çıkarıp kurma kolunu çekti. “Yat!” diye son kez seslendi. İşletme sahibinin camdan atlamasını bekliyordum ama o yönünü silaha doğru çevirdi. “Baba, yapma!” diye bize karşılık verdi. Şaşkınlıkla Vandenborre’yla birbirimize baktık. Akıl sağlığı öngördüğümüzden çok daha vahimdi.
Vandenborre silahını sıkmaya başladığında, bu işin artık blöfün ötesine geçtiğini ve bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu idrak ettim. Yine seslendi. Bu sefer titreyen ses tonundan onun da ateş etmek istemediğini anladım. Alnında ter boncukları birikmişti. Bu kadarı da fazlaydı. Bu saçmalığa son vermeliydim. Karşımdaki kişiye acımıyordum ama meslektaşımın zor kullandığı için görevden men edilmesini engellemeliydim.
Tam seslenecekken beklenmedik bir olay meydana geldi.
Put kesilen adam nihayet iradesini polisin yüksek sesine teslim ediyordu. Havluyu bir irkilmeyle düşürmesi, âdeta bir boksör antrenörünün ringe havlu atmasını hatırlatıyordu bana.
O an, bir vazgeçişin, umutsuzluğun yerlere düşüşü gibiydi.
Ellerini gökyüzüne kaldırdı ve sonunda dizlerinin üzerine çöktü. Bu, diğer tutuklulardan farklıydı. Hemen boyun eğmesine şaşırıyordum. Yaptıklarının sonuçlarına sessizce katlanması çetenin diğer üyelerinden daha zeki bir adam olduğunu gösteriyordu.
Vandenborre’nın kaba demir kelepçelerini çıkarmasını izledim. Onlara bir türlü alışamıyordum. Her halkanın içinde bir zamanlar serbestçe dans eden umutların yankısı saklıydı, akşamüstünün sessizliğinde tutuklamanın acı tınısı duyuluyordu.
Tıpkı öğrettiğim gibi Vandenborre, işletme sahibinin başını hızla aşağı doğru iterek yere çakılmasına sebep oldu. Diziyle omurgasına bastırdı. Kaba kuvvetin dozunu kaçırmış olmalı ki yere vurunca adamın burnu kanadı, gözlüğünün de camı çatladı.
Karanlık geçmişi nedeniyle bu tür adamların şakası yoktu. Ne biçimde olursa olsun, polislerin sert tutumu adaletin pençesini yansıtıyordu, yansıtmalıdır da.
Bu sert tavır her zamanki gibi etrafı gözlemleyebilmem için bana imkân veriyordu.
İşletme sahibinin kimliğini aramaya koyuldum. Cüzdanını büroda buldum. Bazen bu adamlar sahte kimlik üretiyordu. Şans eseri yüzü kimlik fotoğrafıyla aynıydı. Aksi takdirde parmak izini almakla başımıza iş açardık.
Sonra kimliğine detaylıca göz attım. Mekân sahibinin adı Abdullah’tı. Genellikle bu böyle olurdu zaten, ya Abdullah ya Beytullah. Bu tür insanlar genellikle Belçika’ya tam olarak entegre olamamış yabancılardı. Yerde yatan Abdullah’ın yüzüne baktım. Kırk beş yaşlarında, hafif esmer, saçları yok denilecek kadar az ve bir erkeğe göre son derece zayıftı. Baştan aşağıya süzüyordum onu. Yalın ayaktı. Ona baktıkça kalp atışının, kan basıncının arttığını hissediyordum. Burnu tıkalı gibiydi, ağzından ağır nefes alıp veriyordu. Alt dudağı ise iradesi dışında titriyordu. Bedenimin onun ritmine uyum sağladığını hissediyordum.Kalbim küt küt atmaya başladı.
Anlamsız mırıltılarını fark ettim. Başını kontrolsüzce sağa sola sallarken, dudakları arasından “nee, nee, nee” kelimesini defalarca tekrarlıyordu. Sanırım Flamancası bu kadarına yetiyordu.
Kollarından süzülen su damlalarını gözlemledim. Yüzeye çıkaramadığı kelimelerin su damlalarıyla beraber acımasızca yere akışını izlerken içimde bir derinlik bulanmıştı.
Tepeden baktım Abdullah’a. Gözlerim, yerde yatanın çaresizliğini sezmekteydi. Kırık dökük bedeni, hayatın acımasız darbelerini anlatmaktaydı. Zavallı ruhu, bu dünyanın daracık yatağında hüznün en karanlık hâliyle çaresizce beklemekteydi.
Dürüst olmak gerekirse tiksiniyordum da ondan. Hiç konuşmadığınız ya da tanışmadığınız birinden bu kadar çabuk tiksinmek tuhaf değil mi? Acıyordum ona.
Zavallıydı. Gençleri zehirleyen ve acilen imha edilmesi gereken bir zavallı.
Başını hafifçe kaldırıp gözlüğünün üzerinden bana baktı. Kanayan burnu umrunda değildi.
Gözlerimiz kısa bir an için buluştuğunda sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi hissettim.
Aldırış etmedim. Ona tepeden bakmaya devam ettim. Ondan tiksindiğimi hissetmesini istedim. Dediğim gibi, bu nefretin kaynağını anlamıyordum. Belki de gençleri zehirlediği için onun ölmesini içten içe diliyordum.
Abdullah’ın yüzünde gizemli bir tedirginlik vardı. Demek ki aradığımıza yaklaşıyorduk. “Bulduk!” dedi polis memurlarından biri. Ofis dolabından küçük bir torba çıkardı. İçinde beyaz toz vardı. Abdullah kafasını kaldırdı. Başını yine kontrolsüzce sağ sola sallamaya devam etti. “Kullanıcıyım, satmıyorum,” dedi. Konuştukça bazı dişlerinin olmadığını kalanların da dökülmekte olduğunu fark ettim. Gerçeği söylüyordu. Bulduğumuz miktar satılamayacak kadar azdı.
Pes etmek istemiyordum. Baskının organizasyonuna epey emek vermiştim. Eli boş dönmeyecektim.
Büronun diğer köşesine yaklaştım. Masanın üzerinde iki sıra beyaz toz gördüm. Görünüşe göre Abdullah biz gelmeden önce çekmeye hazırlanıyordu. Telefonumu çıkardım. O an, telefonumun kamerasıyla çektiğim fotoğrafta, flaş patlarken Abdullah’ın yüzü hemen çenesine doğru eğilmiş, kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmişti. Gözleri, ışığa karşı hassaslığını gösteriyordu. Benimkilerle kesiştiğinde, bakışlarımız sessiz bir diyaloğa dönüştü. İkimiz de inadımızdan vazgeçmiyorduk.
Göz kapakları ağırlaşmıştı ama uykusuna teslim olmamak için savaşıyordu. Göz torbalarındaki morluklara bakılırsa bu mücadeleyi epeydir veriyordu.
Gözlerim ansızın masanın diğer ucundaki renge takıldı. Abdullah’ın meraklı, melul melul bakışları beni gittiğim yere doğru takip ediyordu. Yaklaştım renge.
Eğildiğimde zeminde serili kırmızı, desensiz kumaş parçası gördüm.
Şaşkınlıkla Abdullah’a döndüm. Gözlerini benden hiç ayırmamıştı. Sanki benden utanıyor gibiydi.
Belki de odada tek kadın olduğum için merhametime sığınmak istiyordu. Belli ki bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ancak ben hâlâ onu dinlememekte direniyordum.
Sonra doğrulduğumda kendimi iki dünya arasında buldum. Sağımda, masada beyaz toz, solumda serili kumaş vardı. Bu zıt kutupların egemenlik savaşının ortasında duransa bendim. Abdullah’ın ruhunun çatışan renkleri arasında kaybolmuş gibiydim. Beyaz ve kırmızının birbirine karşı savaştığı bu manzara, beni bir yargıç olarak etkisi altına almıştı. Ancak verdiğim hüküm Abdullah’ın hoşuna gitmeyecekti.
Alay edercesine sermişti kumaşı oraya. Gözümüzü boyamak istiyordu.
Cehaletine son vermek için elimi kumaşa uzattığımda Abdullah’ın beklenmedik tepkisiyle karşılaştım. Ayaklarını yaramaz bir çocuğun isyanı gibi yere vurmaya başladı. Kelepçelerin içinde sıktığı yumrukları paranoyak bir ruh hâlinin belirtileriydi. Onu sakinleştirmek için annelik otoritemi kullanarak kaşlarımı çattım ve ona sorgulayan bakışlar fırlattım. Aniden durdu.
Nedense sessizliği, yüksek sesle konuşmasından daha güçlüydü ama istese o öfkeyle kelepçelerin zincirini kırardı, özgürlüğün kapısını açardı.
Gönlünde özlem taşıyan bu adamın, sessizce köşesine çekildiğini seziyordum.
Daha fazla öfkelendirmeden uzaklaştım kumaştan.
Umduğumuzu bulamamıştım.
Meslektaşlarım, Abdullah’ı sorgulamak üzere ofise götürdüler. Maalesef mesai saatim bittiği için onlarla gidemedim, ancak Abdullah’ın neler söyleyeceğini merak etmeden duramıyordum. Bu sır dolu adamın perdesini aralamak, gerçeği öğrenmek için sabırsızlanıyordum.
Arkadaşlardan akşama soruşturma raporunu istedim.
Eve vardığımda Abdullah’ın bakışlarındaki tuhaflığı düşünüyordum. İmdat dercesine bakışları bir an yüreğimdeki şefkatle kucaklaşmıştı. Âdeta bir hırçın deniz dalgası gibi geldi ve hemen sonra vurduğu sahilde kayboldu. Başkalarının duygularını derinden hissedebilme yeteneği bir lütuf ve aynı zamanda yüktü benim için. Ona acımamalıydım. Çünkü hissettikleriyle baş etmek, bazen başkasının yükünü taşımak anlamına geliyordu.
Bu sırada telefonumda akşam ezanı yeni okunuyordu. Yaşanmışlıkların gerginliği etrafımı sararken bu anın sükûnetine sığındım.
O an meslektaşımdan bir e-posta geldi. Abdullah’ın ifadesini göndermişti. Ekteki raporu büyük bir heyecanla açtım.
“Bilgilerimi doğruluyorum. İsmim Abdullah Y., 23 yaşındayım. Hâlâ hayattayım,” diye başladı buruk ifadesi.
Sorular ilerledikçe Abdullah’ın sır dolu dünyasının perdeleri aralanmıştı. Bazı cümleler sanki karşılaştığımız adamdan değil de farklı birinden çıkıyordu.
“Vicdan, inanç ve masumiyet. Altı yaşında çocuklar meraklı, öğrenmeye açık ve vicdanlı olur. Benim hikâyem onlardan biraz farklı. Biraz gölgeli. Çocukken çalışmayı ve kendi harçlığımı kazanmayı çok isterdim. Dileğim kabul oldu.
Henüz altı yaşındayken babam tarafından zorla bu karanlık işe sürüklendim. Burnumu her dolduruşumda vicdanım körelerek, yoka yakın bir hâl aldı,” diye devam etti.
“Yedi yaşımda elime Arapça harflerle bir kitap tutuşturdular. İçinde madde satmanın ‘iyi’ yanları yazıyordu. Babaya ne olursa olsun itaat etme zorunluluğunu vurgulayan bu kitabın babam tarafından yazıldığını o zamanlar bilmiyordum. Burada zihnimde iyi ve kötü arasında bir iç savaş oluştu. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayamıyordum. İnancım, sahte din kitaplarının karanlık sayfalarında kaybolup bir serap gibi uzaklaştı.
Dokuz yaşındayken, artık yeraltı dünyasının bir parçası olmak istemediğimi anlatmıştım babama. Başımı okşar, bana sarılır sandım ama o merhametsizce kafama dolu bir silah dayadı. Çocukluğum silah namlusunun acı gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. O gün masumiyetim bir tetik mesafesinde eriyip gitti.”
Abdullah, geçmişini acı hatıralarla süslerken, bu hüzünlü anıları zihninde canlandırmış olmalıydı.
Raporun sayfaları arasında yolculuğuma devam ettim.
“Şu an burada olmasanız da anlayacağınızı düşünüyorum polis hanım. Ben hâlâ yeraltı dünyasının soğuk gölgelerinde kaybolmuş bir çocuğum.
Sarhoşlukla geçtiğim cihan yolunda çocukluğumun hatıralarıyla barışmaya çalışıyorum. O cenabetten kurtulmaya çabalıyorum, oysa herkes bir şeyler için çabalar. Market raflarından çaldığınız şekerler gibidirbazı şeyler. Yakalanıncaya kadar devam edilir.
Biliyor musunuz polis hanım, bugün gelişinizden önce hayatımın kırmızı kumaşına yeni bir desen eklendi.
Artık kollarımı da yıkayabiliyorum. Yakında saçlarımı mesh edeceğim, kulaklarımı ıslatacağım, ayaklarımı yıkayacağım. Yaklaşmanın verdiği sevinçle yaşıyorum. Eğer bugün olmazsa yarın, yarın da olmazsa yarından sonrası. Yolculuğum mu? Bir eziyet yolculuğudur, fakat her an umutla beklediğim yarının mükâfatını taşıyor.
İbadet etme isteğim yüreğimdeki sırla yanıyor ancak bu kutsal dileğimi sessizce koruyorum çünkü bazen en derin duygular, en sessiz anlarda, gözlerden uzak bir şekilde ifade bulur.”
O son cümleler ise, âdeta kalbimi derinden yaralayarak dökülen dudaklarımdan çıkıyordu.
“Kimsenin tek bir seçeneği yoktur bu hayatta, polis hanım. Ben, babam gibi olmamayı seçtim. Kendi kendime sormadan edemiyorum elbet. Beni huzurdan engelleyen nedir, günün birinde ben de kabul görür müyüm diye. Kendi düşüncelerimin karmaşasında boğuluyorum. Anlam arayışında, sessiz çığlıklarla dolu gölge figürümde var olma çabası içindeyim. Işığa doğru bir yol bulma umuduyla, elbette bir gün karanlığın derinliklerinden kurtulacağım. O gün geldiğinde ise, kimseye tepeden bakmamayı başaracağım...” ifadeleri sayfayı yakıp kül ediyordu.
Başımı, yerde serili desenli yeşil kumaşa doğru çevirdim. Telefonumdan gelen sesli bildirim, yüreğime hüzünle uğrayan bir misafir gibiydi. Sessizce geldi ve küserek ayrıldı.
Yatsı ezanı okunuyordu.
Telve'nin son sayısını okumak için tıklayın.