Bu Kez Kadınlarımız Almanya’nın Yolunu Tutar
Cuma, Mart 8, 202460’lı yılların sonunda Alman işverenler özellikle elektronik ve tekstil işleri için Türkiye’den kadın işçi talep etmeye başlar. Çünkü hem kadınlara daha az maaş verilmektedir hem de kadın parmakları ince işçilik için daha elverişlidir. Bu gelişme, Türk göçlerinde ilginç bir gelişmeye sebep olur. Artık bazı ailelerde gurbete gidenler kadınlar, geride kalanlar ise kocalar, babalar ve ağabeyler olur.
“Şimdiki gibi bolluk yoktu, kıtlık vardı, fakirlik vardı.”
40’lı yılların başında İnegöl’ün Karakadı köyünde doğan Ayşe Alyüz’ün çocukluk ve gençlik yıllarını özetleyen bu cümle, aslında onun neden Almanya yoluna çıktığını da açıklıyor bize. Önce kocası gider Almanya’ya. İki yıl sonra, 1968’de de kendisi. Sudan çıkmış balık gibidir âdeta. Önüne çıkan ilk büyük engel, dil olur. Kocası sabahın köründe işe gidip akşam geç saatlere kadar çalıştığından, bazen evin gündelik alışverişini yapmak da ona kalır. “Bir gün ekmek lazım oldu, çocuk da var yanımda. Evde ekmeği kırdım, kabuğunu götürdüm, bakkala gösterdim, ‘Bundan alacağım’ dedim.”
Neyse ki oturdukları yerde Türkler de vardır; kısa sürede onlarla ahbaplık kurar, yavaş yavaş zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar Almanca öğrenir. Kocası demiryollarında işçi olan Ayşe Hanım da birkaç yıl sonra su saatleri üreten bir fabrikanın metal kısmında işe girer. Kısa zamanda ortama uyum sağlar, işi kapar. Yeter ki iş olsun… Tabii her şey güllük gülistanlık değildir. “Ezan sesi duymuyorduk bir kere. Tabii yine namazını kılıyorsun. Hiç orucumu bırakmadım orada. Eşim de bırakmadı. Fabrikada mescit vardı. Türkler, öğlen paydosunda öğlen namazını kılalım diye yemeği çabuk çabuk yer, hemen mescide giderlerdi. Ustalar da diyorlardı ki, ‘Türklerin işi çok iyi; ne güzel, hem jimnastik yapıyorlar hem ibadet ediyorlar.’”
İspanyol, İtalyan ve Yunan diğer işçiler günde en fazla bin parça üretirken, Ayşe Hanım bin beş yüz, ardından da iki bin parça üretir. Bu durum önce diğer işçilerin, sonra da ustabaşının dikkatini çeker. Bir gün bandın başında işe dalmış çalışırken omuzuna bir el dokunur; patronun eli. Ayşe Hanım’ın maaşı artık iki katına çıkmıştır. “Ben de hiç ihanet etmedim işime” diyor. Vaktinde gider, makinesini daima temiz tutar, çok çalışır. “Çok çalıştık, idare ettik. Bir göz odada oturduk. Bir oda, bir mutfak. Çocuklarımız olunca Türkiye’ye yolladık üç beş kuruş daha fazla kazanalım diye. O zaman marktı Almanya’da para birimi. Çalış, çalış, çalış… Dokuz yüz, bin mark ancak alıyorduk. Birimizin maaşı kiraya, elektrik, su, yol parasına gidiyordu. Diğerimizinkini de biriktiriyorduk.”
Öyle ki çoğu zaman yola para vermemek için sabah çok erken kalkarak yollara düşerler, en az yarım saat, kırk dakika yürüdükten sonra işyerlerine ulaşırlar. Peki, bunca çileyi niçin çekerler? Bir ev sahibi olabilmek için… Gurbette kazandıkları parayı, Ayşe Hanım’ın kayınpederi memleketteki evin inşaatına harcamaktadır. Her yıl bir defa memleketlerine izine geldiklerinde evlerinin tuğla tuğla, kat kat örüldüğünü gördükçe bütün bir yılın yorgunluğunu unuturlar. Dokuz yıl böyle geçer. Nihayet başlarını sokacak bir ev inşa edip feraha çıktıktan sonra artık Ayşe Hanım için dönüş vakti gelmiştir. Fabrikadaki ustalar, Türkiye’ye dönmemesi için çok ısrar etseler de kabul etmez. Zira çocuklarının hasretine dayanamaz. Çocuklarını yanına aldırmak bir çözümdür ama kayınpederi de torunlarından ayrılmak istemez.
Şimdi Ayşe Hanım, çocukları ve torunlarına gurbet günlerini anlatıyor. Dokuz yıl boyunca fabrikada üretimine katkıda bulunduğu ve memleketine dönerken ustabaşının izniyle yanına aldığı, salonun vitrinini süsleyen su saatlerinin hatırası eşliğinde.