Farkında Mısın?

Perşembe, Ocak 11, 2024

Şu gök kubbenin altında fâni olan ne varsa, hepsi bir gün yok olur. Bâki kalan ruhtur. Onca yıkıma, onca tahribata dayanan tek şey, eserlere ve mekânlara yüklediğimiz anlamdır.

Bir mekân neden anlam yüklüdür? Duvarlarının ahşap bezemeleri, halıların desenleri veya renkleri dolayısıyla mı? Yoksa altın kaplama detaylar, yüksek tavanlar ve saraylara yakışır büyük avizeler yüzünden mi? Hem evet hem hayır dediğinizi duyar gibiyim. Sayılan bunca ayrıntının ardından sorumu hatırlatmak istiyorum; bir mekân neden anlam yüklüdür?

Bir mekânı incelerken belki de öncelikle bulunduğu şehirden başlamak gerekir. Sezai Karakoç’un da söylediği gibi medeniyet şehirde başlar ve “şehir medenileşerek biçimlenir.”1

Cennet vatanımızın hepsi birer cennet bahçesine benzetilen onlarca şehri var. Her bölgenin kendine has özelliği, iklime uygun bitki örtüsü, o şehri güzelleştiren nice ayrıntısı var. İklimden, bitki örtüsünden veya gelişmişlik düzeyinden ziyade bir husus vardır ki belki en mühimi budur; şehirlerin manevi kimlikleri vardır.

Bu cümleyi duyunca muhtemelen herkesin aklına birkaç şehir gelir. Bu şehirlerin başını İstanbul çeker. İstanbul’u Şanlıurfa, Diyarbakır, Ankara, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Bursa takip eder. İslam medeniyetinin en önemli şehirleri Bağdat, Şam ve Kudüs savaşlarla, afetlerle ya da işgallerle yakılıp yıkılmaya çalışılsa da manevi kimliğini kaybetmemiş ve kaybetmeyecek önemli şehirler arasında yer alırlar.

Bir mekânın değerini arttıran sadece yüzyıllar boyunca şehri izleyen mimarî yapılar değildir, bu yapıtlara sinen ruhtur. Kudüs’te Mescid-i Aksa’yı kutsal kılan sadece bir cami olması değil, müminlerin miraca açılan kapısı, onların ilk kıblesi olmasıdır. İstanbul’u yüzlerce metropolden ayıran iki kıtayı birleştirmesi değildir, onlarca evliyaya ev sahipliği yapması, Efendimizin fetihle müjdelediği şehri ceddimizin fethederek orayı dünyanın payitahtı kılmasıdır. Dünyanın herhangi bir ülkesinden, herhangi bir milletinden, herhangi bir dine mensup kim gelip İstanbul’u ziyaret ettiyse şüphesiz hepsi bu şehre âşık olup dönmüştür. Hatta ümmetin mahzun gönülleri bu şehri vatanlarının birer parçası gibi görüp ona göre sever.

Bir şehrin manevi dokusunu oluşturan, bir şehre ruhunu veren en temel unsurlardan biri şüphesiz tarihî yapılarıdır. Ayasofya olmasa Eyyüb Sultan; Fatih Camii, Süleymaniye Camii, Topkapı Sarayı olmasa İstanbul, İstanbul olmaktan çıkar. Bu tarihî mekânlar şehrin kimliğini belirleyip bir ayna gibi insanlara kültürümüzü yansıtır. O eserlere, o mekânlara nasıl ve hangi niyetle bakarsak, onu görürüz. Gözlerimiz sanatı arıyorsa karşımıza Anadolu’da Türklerin yaptığı ilk camilerden Diyarbakır Ulu Cami’nin çiçekli kûfi kitabeleri, Konya Alâeddin Camii’nin halıları çıkar. Eğer mimariye gönül vermişsek karşımıza İstanbulun incileri ve Mimar Sinan’ın eşsiz eserlerinden Mihrimah Camii, Ayasofya ve Selimiye Camii çıkar. Bu mekânlarda samimiyeti, sıcaklığı ararsak karşımıza etrafta koşturan küçük çocuklar, onların yüksek kubbelerde yankılanan sesleri çıkar. Kısacası, biz ne arar isek, bizi o bulur ve biz nasıl bakarsak, bize görünen odur.

Evler, yüksek yüksek binalar yapılır, hepsi bir zelzeleyle yerle bir olur. Saydığımız tarihî mekânların büyük bir bölümü afetlerde, savaşlarda yıkılmış, yanmış, tahrip olmuş ama sonrasında tekrar inşa edilmiş ve bizlere emanet edilmiştir. Bir şehir yıkılır, yeniden yapılır ama özünü, yani ruhunu kaybetmez. Bir eser yıkılır, tahrip olur ama anlamını yitirmez.

Geçtiğimiz aylarda şahit olduğumuz büyük afet, bizlere dünyanın ve burada bulunan her şeyin fâniliğini hatırlattı. Diktiğimiz yüksek binaların un ufak olduğunu, varımızı yoğumuzu verdiğimiz araçların saniyeler içinde hurdaya dönüştüğünü, geçici olduğunu bilmemize rağmen güzelliği uğruna yarışmalara katıldığımız bedenlerin birer mevtaya dönüştüğünü, aslında bağlandığımız, gözle görünür her ne varsa hepsinin geçiciliğini hatırladık.

Şu gök kubbenin altında fâni olan ne varsa, hepsi bir gün yok olur. Bâki kalan ruhtur. Onca yıkıma, onca tahribata dayanan tek şey, eserlere ve mekânlara yüklediğimiz anlamdır.

Çünkü;

Sonsuzların bile, ömürleri var,

Sanma ki, saltanat, kurumaz pınar,

Mal, canın yongası olsa ne çıkar?

Gölgeler fânidir… farkında mısın?2

 

dipnotlar

1 Fikri Kula

2 Cengiz Numanoğlu, Bütün Şiirler (1993), 17.

Telve'nin 10. sayısını okumak için tıklayın.

Telve'nin tüm sayılarını okumak için tıklayın.


İlgili Haberler

kardes-topluluklar
Kardeş Topluluklar

YTB Başkanı Abdullah Eren Irak’ta gerçekleştirilen nüfus sayımına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Eren, Kerkük’ün demog

Cuma, 22 Kasım 2024

her-boydan
Her Boydan

Nijeryalı uluslararası öğrencimiz Ali Fahd'dan bir şiir: "Çayın Özü"

Cuma, 22 Kasım 2024

telve
Telve

Dilara Gündüz’ün “Avusturya Göçü’nün 60. Yılı” sergisi, sadece fotoğraflarla değil, aynı zamanda derin insan hikâyeleriyle de

Perşembe, 21 Kasım 2024