Nihayet
Pazartesi, Mart 18, 2024Yürüdükçe, her bir taşa kazınan memleket isimlerini gördüler ve sessizce okudular. O taşlarda Balkanlar’daki tüm kadim şehirlerin adının yazılı olduğuna şahit oldular. Üsküp, İşkodra, Prizren, Pireşova, Yenipazar, Mitroviçe, Kırcaali, Mostar, Kumanova…
“Gitme kal diyemem!”
Hani bazen insan, içinden gelecekle ilgili sezgilerine dayanarak bir tahminde bulunur ya! Hatta en abartılı hâllerde bile, komplo dediklerine benzer fikir teatisi yapar ve akabinde de düşüncelerinde fırtınalar yaşar ya! Hele de insanın yaşadığı bir anı olur ki, geçmişinden kalan bilgileriyle nefes alıp verirken, o daracık zamanın içinde derinden hissettiği acıdan kıvranır durur ya! Geleceğiyle ilgili tahminlerini de harmanlayarak içine kattığında pişmanlığıyla ağlar ya! Kendi zihninde, geçmiş bilgileriyle kasırgayı ve depremleri görür gibi olur ya! Gelecek öngörüleri temsilen de sanki fırtınalar ve selleri derinlikte bir yerlerde hisseder hâle gelir ya! Bütün bunları bir doğal afete, hem de ardı sıra ve hep bir anda yaşananlara benzeterek heyhat der ya! Ve sonunda; evet, en nihayetinde iç dünyasında herkesten gizlice, itiraf etme heyecanına kapılsa da ancak evdeyken bu gerçekleşir tabii, rahatına yaslanmış hâliyle şöyle bir cümle kullanır ya; “Ben de olaydım orada var ya; ne savaşırdım ama!”
Bütün bu afetlere karşı tedbirleri alarak mücadele veren o insanlar, ondan sonrasını sessiz bir sabaha, ıhlamur kokan bir bahar gününe dönüştürdüler. Hiç kaybetmedikleri ümit dolu ruhları semaya uçmak ister gibi, her biri, teker teker, ardı sıra, birbirleriyle yarışırcasına o gün hafiflediler. Sonsuzluk huzura kavuşabilecekleri bir anı hayal ederek hep yaşadılar! İşte, böyle anların birinde, insanın iç âleminde bu ruh hâliyle yazılan bir hikâyedir bu; Çanakkale!
Bu şehitlere ne sözler yazıldı ne türküler bestelendi; hem de her biri nice farklı dillerde söyleniyor. Bugün hâlen anma programları düzenleyerek vefa gösterilmek isteniyor. Bu anma programlarında dualar, havalı konuşmalar ve acıklı görseller hiç eksik bırakılmıyor. Bu, yılda bir gerçekleşen bir hatırlatma faaliyeti; resmidir yani yasal dayanakla güçlendirilmiştir bu tarihi gün. Ancak yaşananlar ne bir programa ne de hikâyeye sığmaz, sığdırılamaz da.
“Ücret bu kadar abi. Çok fazla da değil yani ister gel ister kal!”
Mahşer ortamını hissettiren şehitliğe yol alınca insan; aç, açıkta, sağır, dilsiz, görmez ve yine de her şeye rağmen, en zor kararların yaşandığı ve içine sığdırılabildiği bir dolunay vaktinde kendini de görebilirse, ne âlâ! Ne kadar cesur olsa da aralarında olmak konusunda ikilemde kalır. Oysa onlar, o gecelerde, mücadele öncesinde bir araya toplanmışlardı. Halka oluşturup ellerinde avuçlarında ne varsa, hatta canlarını dahi ortaya sermişlerdi. Bunu çaresiz ve çıkmaz bir sokakta oldukları için değil… Silah zoruylaysa, asla yapmamışlardı! Yalnızca samimilerdi. Tebessüme yansıyan övünçleriyle birlikte tatlı canlarını bir niyet uğruna feda ettiler. Kaldı ki vasiyetleri, daha fazlasını vermek istemeleriydi. Ancak geride ne evlatları ne de malları kalmıştı. Bu amaca bağlı olarak bedeline de razıydılar.
Analar! Evet, ne anneler varmış. İnandıkları uğuruna bağışlanan evlatlarının gidişlerine ancak bakmakla yetindiler. Sadece “Tanrım!” deyip sarıldılar. Var güçleriyle kötülüğü ellerinin tersiyle savurdular. Kaderin iki çizgisi arasında yürürken, tünelinin içine bahşedilen genişçe sabrıyla imtihanı geçtiler. Hep bir beklemede, ummada… Yaşamlarına son verdiler. Gidenler ise, “Sonraki neslin emanetlerine riayet ediniz ha!” diye ardında nasihatlerini bıraktılar.
Bir ortam ki, değişik dillerin konuşulduğu, farklı örf ve adetlerle büyütülmüş fakat ortak bir inanca kilitlenmiş, birbirlerine sahip çıkarak tek bir milleti temsil edenlerle dopdolu. İnandıklarını çekinmeden dile getirdiler; dedikleri gibi inanıp yaşadılar. O meydanda öyle bir söz verdiler ki aralarında, ahde vefalı kalmak zorunda oldular. Mecburlardı! Çünkü emanet gördükleri dağlar atalarından vasiyetti; onları da yanlarına aldılar, andılar.
Tekerrür eden vasiyet de söz de aynıydı; “Biz bir milletiz.” dediler. Hep beraber, bu yaşayarak kabul edilmişti vaktinde, kimse de inkâr edemezdi artık!
Ardından da bir türküyle bütünleştiler. Bu, burada yatanların bestesiydi. Sözlerini hep birlikte kanlarıyla yazdılar. Makamını da ter ve gözyaşı notalarıyla kaydettiler. Onun içindir ki, bu türkü hâlâ birden fazla yerde, çok farklı dillerde söyleniyor. Konuştukları gibi, her birinin ana yüreğinden gelen bu türkünün hâlâ dilden dile dolaşması onları pek memnun ediyor. Çünkü edilen nasihatler, bırakılan emanetler ve de vasiyetlerini herkese hatırlatarak birlikteliğin haykırılması için bu türkü de yaşatılmalıydı. Sadece bu er meydanında değil tabii ki; tüm savaşçıların ruhlarına üflendiği kader yerlerinde de anılmalı, bu türkü oralarda da haykırılmalıydı.
Vakti gelmiş, hayal olmaktan çıkmıştı artık. Harekete geçilmesi şarttı. Geç kalınmış olsa da gerçekleştirilmesi de bir haktı.
“Kime ne! Gelin. Gidelim biz, hep birlikte.”
Oraları ziyaret etmek üzere yola çıktıklarında, çok sevinçli oldukları yüzlerinden görülüyordu. Giderken, yolculuk esnasında haklarında okudukları sınırlıydı. Ama duydukları daha fazlaydı ve bu sebeple olsa gerek duyulanlar herkesin zihninde belirleyiciydi. Birkaç saat sonra, varılmıştı oraya. Heyecan doruk noktasındaydı, hatta yaklaştıkça gitgide artıyordu. Selamlamak için daha yarım saat beklemeleri gerekti, hayli de zordu bununla mücadele etmek; sonunda kabristanlığa varıldı. Orada bekleyen şehitler, Çanakkale’ye dünyanın pek çok farklı toprağının rengini getirmiş, ortak inancın gayesiyle birlikte zaferi inşa etmişlerdi. Bu, insana çok şey anlatırdı. Zaten nasihatleri netti. Vasiyetleri de tekti.
İçeriye adım atar atmaz, ağlamaklı oldular. Birkaç adım atılacak kadar vakit geçti geçmedi, avuçlarıyla yüzlerini örtüp, kendilerini saklar gibi, mahcubiyetle gizlenmek istediler. Her biri, geldikleri şehirlerden burada yatan şehitlerin olduğunu gördüler. Bunun karşısında, herkes hayâ hissine büründü, birdenbire kaçışmak istediler. “Hayır! Yüzleşme vakti; yürüyün...” Fakat yürüdükçe, her bir taşa kazınan memleket isimlerini gördüler ve sessizce okudular. Balkanlar’ın tüm kadim şehirlerinin adlarının yazılı olduklarına şahit oldular. Üsküp, İşkodra, Prizren, Pireşova, Yenipazar, Mitroviçe, Kırcaali, Mostar, Kumanova… Peki, ya nice isimleri hiçbir yerde yazılı olmayanlar, onlar nerede? Günlük defterleri kimde? Esen tatlı bir esintinin sanki ruhlarına bu defa, bu meydandan yeniden üflendiği hissedildi. İçleri sonsuz bir huzurla sarıldılar. Niyetler tazelendi. Emanetlerle akılları doldu. O kavuşma anı, nihayetinde yaşandı, sanki yine ve yeniden. O gün, hissedilen iç barış, huzur ve huşu hiç unutulmadı. Hiç terk etmedi onları, hep hissedildi bu.
Bu kabristanlığa gelmezden evvel, bedenen ve ruhen kabul edilemez karşıtlığıyla yorgun hâldeydiler. Ziyaret esnasında kör düğümleri zihinlerinde çözülmüştü artık. İnandıklarına güç katmıştı bu ziyaret. Sezgisel haklılığı da ispatlamışlardı. Yıllarca anlatılan hikâyelerden dinledikleri, ısrarla inandıkları karakterler doğrulanmıştı. Şimdiye dek, zihinleri meşgul etmiş olan fırtınalar artık tatlı bir esintiye, seller de rahmet verici çiseleyen bir yağmura dönüştü. Âdeta bir bahar sabahı, karanfil kokan bir günü yaşıyorlardı.
Hepsi birdenbire durdu, birbirlerini arar gibi oldular. Bakıştılar. Anladılar da. Sıra hâlinde memleket adlarının yazıldığı taşlara yerleştiler. Birbirlerine sımsıkı sarılıp, saf saf sıralandılar. Oradaki herkes, tatlı ve tek bir sesle “Üzgünüz; nihayet anladık artık, helal ediniz!” dediler. Bir asırdır eziyet ve zulüm üstlerinden çekilmediyse, emanete riayet edilmediği yahut vasiyete samimiyetle bağlanılmadığı içindir.
Bağlar'ın son sayısını okumak için tıklayın
Bağlar'ın tüm sayılarını okumak için tıklayın.