Yıkım Sanatının Söylencesi
Perşembe, Ağustos 8, 2024Gündönümü rengini barındıran bu vebal sizin artık. Bu minik gövdeyi biraz da siz taşıyın. Allığı bir ekmek buğusu gibi yanaklarında tüten bu güzelliği alın biraz da siz taşıyın diyorum. Bir pamuk şekerine uzanan sevinciyle yarım. Soğurulmuş uçurtma hevesiyle. İncirlere, portakallara ve üzümlere bir çiğnemlik can çekişleriyle tutunan bu dünya lezzetinden yoksunuz artık diyorum.
Adam yekindi ve doğruldu. Üstü başı kil içinde. Saçlarında kandan örtülerle. Böylece yeniden doğdu ve harabe şehirlerden geçti. Genzi yakan tozlar ve dumanlar içinde. Unutuyor olmanın hatırlattığı görüntülerle. Yalınların, yıkıntıların, çığlıkların, siren seslerinin külfetinden arındığı yepyeni bir eşikte.
Ölürken geçtiği bütün anlamların kıyısında görüldü. Ölümsüzlüğün sonsuzluğa açılan pencerelerinde.
*
Başından beri bu yığın birikip duruyor. Namlu ucu gibi uzanan karaltılar, bakışlar arasından geçiyorum. Metalin soğukluğu burada ürkütmüyor. Korkunun esamisi okunmuyor. Varlığımın surlarından taşan prangadan ağır bu yükü taşımakla mükellef olmak esrik bir anlam katıyor bana. Kalabalıkların yarıldığını görüyorum. Gökyüzünde naif bir kızıllık genişliyor. Yol mu veriliyor? Yer ve gök mü birleşiyor? Ufukta çalkanan denize mi yürüyorum? Geride ne bıraktığımı, neyin kaldığını bilmiyorum. Saçlarıma, kirpiklerime bulaşan tozdan bir koridor bırakarak yürüyorum sadece. Bunun serap olmadığını kim telkin ediyor bana? Gözün meramına kitlendiği bu yolu nereden biliyor olabilirim? Etrafımda titreşen, bilinmez bir madde gibi kaynaşıp duran bu gölge varlık neden ilgimi ve beni çekmiyor. Ağırlığımı yutan nedir yoğunluk içre? Sesin külfetinden ya da harf bütünlüğünden bir anlam mı bırakıp gideceğim eşiğinize? Attığım her adımda ağırlaşan vebalin boyunduruğuna kimler mahkûm edilecek merak ediyorum. Denize yaklaştıkça cisimler çözülüyor. Yağmurun tersten yağması gibi buharlaşıyor büsbütün. Bir çekilmedir devam ediyor. Her şey dürülüyor ve hafifliyor. Mesafe hepten kalkıyor.
*
Gündönümü rengini barındıran bu vebal sizin artık. Bu minik gövdeyi biraz da siz taşıyın. Allığı bir ekmek buğusu gibi yanaklarında tüten bu güzelliği alın biraz da siz taşıyın diyorum. Bir pamuk şekerine uzanan sevinciyle yarım. Soğurulmuş uçurtma hevesiyle. İncirlere, portakallara ve üzümlere bir çiğnemlik can çekişleriyle tutunan bu dünya lezzetinden yoksunuz artık diyorum. Madem bunu da görmeyecektiniz; Allah’ın sıkı sıkıya doğruluk ipi gibi sarkıttığı buklelerini de mi görmediniz? Kudret helvası tadında yumuk elleri, her birine meleklerin tazim ettiği parmakları da mı görmediniz? Ya âlem bütünlüğünün zeytin çekirdeği gibi birikip içine döküldüğü hayat ağacının manası o gözleri ve o gözlerin kenarına kuyruklu yıldız gibi çekili duran sürmelerini de mi görmediniz? Melek gövdesiyle kuşatılmış, serapa kaplanmış bu gövdeleri de… Henüz yeryüzüne atılmamış ayak izleriyle ne çabuk kanatlanıp gittiler hiçbirini görmediniz. Şimdi bunca vebali, küçümen bedenleri yıkım sanatının söylencesi sanan ve alışan gözlerinize göstererek sesleniyorum: Alın biraz da siz taşıyın!
Bağlar'ın 6. sayısını okumak için tıklayın.
Bağlar'ın tüm sayılarını okumak için tıklayın.