“Sana Para Vereyim, Bana Ehliyetimi Ver. Çocuklarım Memlekette Beni Bekler.”
Pazartesi, Ağustos 19, 2024Okuma yazması zayıf olduğundan, dedem ehliyetini alamamış. Ehliyet kursuna kaydolup dersleri anlamadan sınavlara girmiş, hep başarısız olup kazanamamış. Bir gün dedem kendini tutamayıp öğretmenine varıp gözyaşı içinde; “Sana para vereyim, bana ehliyetimi ver. Çocuklarım var, memlekette beni beklerler." demiş.
Binlerce Türk vatandaşı birkaç yıllığına çalışıp para kazanmak ve bir an önce memlekete dönmek üzere Avrupa yolculuğuna çıktı. Bir kısmı geri dönerken bir kısmı orada kaldı ve üçüncü neslini devam ettirdi. Türkiye o zamanlar göç edenlerin çalışma ve işçi hakları konusunda gereken çalışmayı yapmamıştı, bu sebeple ilk gidenler gerçekten büyük bir zorluklar çekmişti. İlk gelenler yaşadıkları kültür şoku nedeniyle bir hayli zorlanmış ve kültürlerine sıkı sıkı sarılmışlardı. Sesler yabancı, yüzler yabancı, üstlerinde uçan kuşlar bile yabancıydı. Dedem de onlardan biriydi. Kendine çok iyi bakar, tıraşlı, ayakkabıları tertemiz cilalı, üstü ve pantolonu jilet gibi ütülü gezerdi. Oldukça yakışıklı bir adamdı dedem. Kimseye de eyvallahı yoktu.
Yıl 1969’da ailesi ile vedalaşıp Münih’e doğru yol almıştı. Yaşadığı toprakları, sevdiklerini, eşini ve çocuklarını, alıştığı her şeyi bırakıp yepyeni bir hayata başlamak üzere, hiç tanımadığı, sokak yüzü bile görmediği bir ülkeye gidiyordu. Başlarda çok zor geçmişti. Bir inşaatta çalışıyor, işçilerin yemeklerini, çöpleri topluyor ve tuvaletleri temizliyordu. Durmaksızın çalışıyordu, para biriktirip bir an önce memleketine gitmek istiyordu. Farklı ülkelerden gelen insanlarla birlikte “Heim“ denilen kolektif bir yatakhanede - yurtlarda kalıyordu, onlarla aynı banyo ve tuvaletleri paylaşıyordu. Herkes ranzalı yataklarda yatıyordu ve bir göz dolapları vardı. Bu durumdan hiç memnun değildi ama ne yapabilirdi; ekmek parası, bu zorluğa sabredip çalışmaya devam ediyordu. Yabancı oldukları için yol iz bilmediklerinden, arkadaşlarıyla birlikte alışverişe gider, nerede nasıl davranacaklarını birbirlerinden görerek öğrenirlerdi. Biraz Almanca bilenler ve arabası olanlar varsa çok değerli kişilerdi.
Dedemin niyeti sadece birkaç yıl kalmak ve daha sonra dönmekti ama kader başka türlü işlemişti. Beş yıl tek başına yaşadıktan sonra büyükannem Sultan Hanım ve çocuklarını da alıp Münih’e yerleştirmişti. Yıllarca memleket hasreti çekmişlerdi, o zamanlar Türkiye’ye öyle “ha deyince” gidilmiyordu. Parası olan otobüs ve trenle gidiyor, parası olmayan vatan hasreti çekmeye devam ediyordu. Dedem yememiş içmemiş parasını biriktirmiş ve güzel bir yeşil araba almış. Ama daha ehliyeti bile yokmuş. Araba sürmeyi askerlikte öğrenmiş, o yeterli olur diye ehliyet almayı düşünmemiş. Arkadaşları ona; burada kanun başka işliyor önce ehliyetini alman gerek, demişler.
Okuma yazması zayıf olduğundan dedem ehliyetini alamamış. Ehliyet kursuna kaydolup dersleri anlamadan sınavlara girmiş, hep başarısız olup kazanamamış. Bir gün dedem kendini tutamayıp öğretmenine varıp gözyaşı içinde; “Sana para vereyim, bana ehliyetimi ver. Çocuklarım var, memlekette beni beklerler. Eğer vermezsen kendimi burada bu ip ile asarım.“ demiş. Şimdi bu anlatılanlara gülüyoruz ama o günlerde hangi zorluğun içinde ve nasıl bir hissiyatla bunları söylemiş hep düşünürüm. İnsanın aklı almıyor, nasıl böyle bir şey yapar diye ama demek ki çaresizlik her şeyi yaptırıyor. Derken sonunda ehliyetini alabilmiş. Dedem, arabasına çok önem verir kendine baktığı gibi arabasına bakardı. Her gün işten sonra arabasını yıkar, siler ve tozunu alırdı. Arabasına ayakkabımızla girmeyi bile yasaklamıştı, o kadar titizdi. Arabaya biner binmez kendisi ayakkabılarımızı çıkarır, bagaja koyar, ineceğimiz vakit de ayakkabılarımızı yere koyardı, biz de ayakkabılarımızı arabadan inerken giyerdik. Şimdi 81 yaşında hâlâ Türkiye’de araba sürüyor ve gözü gibi bakıyor arabasına. Yıllar (1986) sonra amcam evlenip İsveç’e gitmiş ve orada ayrı bir gurbet acısı ve aile özlemi çekmiş. Babaannem sürekli üzülüp ağlıyor ve dedem de evladına hasret duyuyormuş.Dedem bu hasrete dayanamayıp hazırlıkları yapıp yemek erzak koyup babaannem ile yola çıkmış. Almanya’nın kuzey tarafına doğru gidip Danimarka’ya varmış ama yolları bilmiyormuş. Arabayı otobanda kenara çekip geçen arabaları durdurup gideceği yolu sormuş. Kimseler durmamış, duranlar ise anlamadığı için cevap vermeden yollarına devam etmiş. Dedem saatlerce otostop çekerek tüm arabaları durdurmaya çalışmış. Bu durumu fark eden biri hemen polisi arayıp “Burada bir sarhoş var, gelen gecen arabaları durduruyor“ diye şikâyet etmiş. Çok geçmeden trafik polisi gelmiş, “Was ist hier los?“ (Neler oluyor burada?), diye azarlamış. Olayı anlamayan dedem şaşkın bir şekilde bakmış ve el kol hareketiyle “Benim Sohn (Oğlum). Schweden Sohn (İsveç’te oğlum) var. Straße Straße (Yol Yol)” diyerek derdini anlatmaya çalışmış. Polis dedemin dediğini anlamamış, alkol kontrolü yapmış. Babaannem arabanın içinde ağlayıp dualar okuyormuş. Temiz çıkınca bakmışlar bu adam sarhoş değil sadece dil bilmiyor hemen karakolu arayıp Türk tercüman istemişler ve derdini öğrenmişler. Durumu öğrendikten sonra polis gülmüş ve dedemin polis arabasını takip etmesini isteyip ona yolu göstermiş.
Hâlâ aramızda bu anlatılır ve güleriz ama dedem pek gülmez, sessizce dinler. Ailece Türkiye’ye gitmek de ayrı zormuş. Dedem trenle gitmeyi hiç sevmez çünkü çok kötü bir anısı var. Avrupa’ya ilk geldiğinde, tren tıklım tıklım gurbetçiyle doluymuş ve arkadaşından biri kazayla trenden yuvarlanıp düşmüş. Dedem bu durumdan çok sarsılmış, çok etkilenip günlerce ağlamış ve Avrupa’da kendini hep yalnız hissetmiş. Hâlâ bazen o olay rüyasına girer ve ağlayarak uyanır. Yolculuklar zor, orada yaşam zor ve hasretlik de ayrı bir zor. Türkiye yolculukları da pek kolay değildi o zamanlar, yollar henüz yapılmamış, navigasyon yok, yollar yabancı, yollar karanlık ve arabalar da çok iyi değilmiş. Yolculukları çok uzun ve meşakkatli geçiyormuş. Her ne kadar Türkiye’ye arabayla gittikleri yolculuklara eşlik eden piknikler, yemekler ve oyunlar olsa da Türkiye’deki tatillerini tam hissedemediklerini anlatırdı dedem.
Dedem yollarda Neşet Ertaş’ın şarkılarını açar, dinleyerek Türkiye’ye gidermiş. Türkiye’ye gidişi acı, dönüşü ayrı acıydı. Çok acı, yarım kalmışlık hissi uyandırıyordu o türküler.
Gurbet ele düştü bizim yolumuz
Seyrettim bizim eller
Görünmez gam elinden
Çok perişan halimiz
Biçare gönlümü eyler bulunmaz
Kendilerini bir yere ait hissedememek onları çok üzüyordu. Almanya ve Türkiye arasında kalmışlık kimi zaman bunalıma sokuyordu, halk arasında “Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı“ klişe sözlerine muhatap olan Türkleri. Hem Alman hem Türk toplumları için bunca şey yapmış olmalarına rağmen yaşamları boyunca sevilmeyen azınlık oldular. Dedem çok fedakâr bir baba olmuş ve kendine has çizgisinden asla çıkmamış, kültür ve değerlerine millî görev gibi sahip çıkmış.
“O zaman otobüs yolculukları da kolay değildi”
Bir babayım ben, "babacık" sözü özlettirilen, acısını ben bilirim evlattan ayrılmışların, hasretini çeken benim sonsuz gurbetin, acısını ben bilirim evlattan ayrılmışların...
Yoksulluğun yaban ellere sürüklediği bu yaşamda evdeki hesap çarsıya uymadı ve kısa süreli gelişler uzun kalıcılığa dönüşüp çoluk çocuk hepsi çalışmaya başlamış. Bu zorlukların başında konut sıkıntıları ve yüksek kiralar da geliyormuş. Bununla birlikte Türkiye’de kalan ailelerine para göndermek de ayrı bir dertmiş. Alman bankalarının almış olduğu yüksek komisyon ve anavatanla haberleşme konuları da öne çıkan sorunlardanmış. Babam, bu zorluğun içinde yaşamasına rağmen engelleri aşarak okul hayatında başarılı olduğunu anlatıyor. Derslerinde anlamadığı kısımları Alman komşularına sormaktan çekinmezmiş. Çok iyi bir Alman komşuya denk gelmişler, onlara her konuda yardım ediyormuş. Okula devam edip etmeme konusunda kararsız kalmış, paraları yetmiyormuş. Babam öğretmen olmayı çok istemiş, çocuklara ve edebiyata olan ilgisinden bunu biliriz. İmtihan ya bu balığın gönlü çöle vurur, istediği olmamış bir an önce çalışmak zorunda kalmış. Bir dedemin çalışmasıyla çok zormuş, bu yüzden babam, “Bir an önce mesleğe atılmalı ve çalışmalıyım” diye düşünmüş. Peki ne yapabilirdi? Türkiye’de baklavacı ustasıymış, burada da ona yakın bir iş seçip bir fırında mesleğine başlamış. Ama bu edebiyat sevdasına hiçbir şeye engel olamamış, kitaplar biriktirmeye ve şiirler okumaya devam etmiş.
Babamı çalışmaya iten şu hadiseymiş: Bir gün dedem camiye gitmiş ve iftarını orada yapmış. Teravih namazını kılıp camiden çıktıktan sonra imam şeker dağıtmış, herkese bir tane şeker düşmüş. Eve gelince fedakâr dedem herkesin canı çektiği için şekeri 5 parçaya bölüp paylaştırmış. Bu durum babamın zoruna gitmiş, gözyaşlarını saklamış ve odasında ağlamış. “Hemen iş bulmalı ve çalışmalı” diye düşünmüş. Babam iş bulmuş ve artık kendi harçlığını çıkarıyor ve ailesine katkıda bulunuyormuş. Boş zamanlarında kitap okuyup anneme özlem şiirleri yazıyormuş. Ardından annemle evlenip 1988’de baba olmuş, artık özlemi iki katına çıkmış ve evlat hasreti de çekmeye başlamış. Bana mektup ve çocuk kitapları yollayıp arada gazetelere gönderdiği özlem şiirleri yayımlanıyormuş. Öyle çok kitap biriktirmiş ki kitaplarını şimdi kütüphanenin en güzel köşesine yerleştirdik. Yazılarını ilerletmiş, gazetelerde aşk, özlem ve gurbet hakkındaki yazıları yayımlanıyormuş. Bir yandan çalışıyor bir yandan da yazmaya ve okumaya devam ediyormuş. Özlemini dindirmek için üç yıl içinde belki iki kere bizi ziyarete gelmiş, doyamadan tekrar dönmüş. Otobüs seyahatlerinde hayal edip aklına yazılar düşüp çok okuduğunu anlatıyordu babam. Bu otobüs yolculukları ona hep o günleri hatırlatıyor. Tek başına olan yolculuklar insani kendi içine döndürüyordu. Babam da bu yolculuklarda kendi iç sesini dinleyip onu kâğıtlara döküyordu. Bunları birilerine kendini beğendirmek için yapmıyor; sırf kendini avutmak, hasretini böyle dindirmek ve ruhuna şifa bulmak için. O zaman otobüs yolculukları da kolay değilmiş. Üç yıl sonra çalışmanın mükâfatını almış ve bizi Münih’e getirtmiş. Yavaş yavaş yerleşmiştik artık buralara. Hepimiz bir küçük evin içinde yaşıyor ve çok mutluyduk. Annem ilk geldiği günleri şöyle anlatıyor: Çok büyük bir şehirdi, kocaman kocaman binaları vardı. Gökyüzü yabancı, hava yabancıydı. Seni hep elimde sıkı sıkı tutuyordum kayıp olursun korkusuyla. Buranın insanlarından korkardım ve korkumdan evde tek başıma kaldığımda pencereye yaklaşıp bakamazdım beni görürler diye. Köyden doğrudan Avrupa’ya gelmişlerdi, daha İstanbul’u görmeden, bu şok onları hayli bir sarsmıştı, alışmaları zaman almıştı. Babam her konuda anneme destek veriyor ve yalnızlığını hissettirmiyordu. Annemi çok seviyordu, aralarında çok güçlü bir bağ vardı, bu bağı hala bugün görmekteyiz ve hissetmekteyiz. Babam daha kolay alışıyordu buralara, sevdiği kadın ve evladı yanındaydı. Çok çarpıcı bir hikâyesi olmamıştı belki babamın, düz sade bir hayat yaşamıştı. Kitaplara ve şiirlere sarılıp gurbette hiçbir kötülüğe bulaşmamış, eşine ve çocuklarına hep sadık kalmıştı.
Tuba Çıtak Ortopedi Teknisyeni / Münih - Almanya
Kaynak: Sandıktaki Fotoğraflar, s.80-85