Uzaktaki Kardeşimiz: Mağcan Cumabay
Çarşamba, Haziran 26, 2024Stalin’in “büyük terör” politikası, komünizm uğruna kurban edilen sayısız Türk mütefekkiri gibi onu da kurban olarak istedi. 19 Mart 1938’de bundan tam 86 yıl önce, daha 45 yaşındayken, kurşuna dizildi. Öldürülmüştü ancak ölmemişti. Mağcan Cumabay, uzaklardaki kardeşlerinin acısını da göğsünde hisseden bir şair olarak Türk milletinin kalbinde bir otağ edindi.
25 Haziran 1893 yılında Kuzey Kazakistan’ın Bulalev kasabasında doğdu “uzaktaki kardeşimiz” Mağcan Cumabay. Altay’ın çocuğu, bozkırın ateşi, atalar yurdundan bize kalan bilgelik dolu öğretilerin fedakâr öğrencisiydi. O kadar hızlı bir hayat yaşadı ki, onun hayatından hareketle “45 yıllık bir hayata neler sığdırılabilir?” sorusunun cevabı, “bir destan” olabilir bu yüzden. 45 yıllık kısa ama uzun mücadelelerle geçen hayat hikâyesine, rahlesinden geçtiği hocalardan başlamak gerekir belki de. Zihnini şekillendiren eğitimini, şimdi Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurdistan Cumhuriyeti’nin en büyük şehri olan Ufa’da aldı. Galiye Medreseleri’nde, Mısır ve İstanbul’un ilmî ortamında yetişmiş hocalara talebe oldu. Hocaları, ondaki millî ve dinî bilinç ateşinin fitilini ilk ateşleyenlerdi. İslamî temellere dayalı tedrisat anlayışı ve millî değerlere bağlı eğitmen kadrosuyla, Galiye Medreseleri Mağcan Cumabay’ın hayatındaki en önemli eşiklerden birisi hâline geldi böylece. Burada kısa sürede hocası Alimcan (Galimcan) İbrahimov’un dikkatini çekti. İlk kitabı olan Şolpan onun yardımıyla 1912’de Kazan’da basıldı.
Dönemle ilgili kaynaklara dayanarak milliyetçilik ve İslamcılık temelleri üzerine kurulan Galiye’nin, bünyesindeki Tatar, Başkurt, Kazak ve Kırgız öğrencileri çarlığın baskılarına karşı birleştirmek gibi bir amacı güttüğünü söylemek yerinde olacaktır.
Fikir
meşalesini Galiye’de tutuşturan Mağcan, oldukça kritik bir dönemde oldukça zor
bir görevi seçmişti. Bir yanda yıkılan çarlığın enkazının yarattığı kaos, diğer
yanda ayak sesleri duyulmaya başlanan yeni rejim, toplumda bir travmaya sebep
oluyordu. Geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalınmış, Kazak halkı için bir
adım ötesi sisler içindeydi. Mağcan bu
döneme, milletine ait olanı seçen bir Kazak aydını olarak ses bırakmıştı. Dergi
ve gazetelerin çıkarılmasına vesile oldu, böylece Cumabay’ın topluma dair
umutları ve idealleri önce onun dizelerinde, cümlelerinde vücut bulmaya
başladı. Onun eserleri, dizeleri, konuşmaları Kazak halkının ülküsü ve
ideallerine doğru örülüyordu her seferinde. Yeni bir Kazak milleti inşa
edilmeliydi; çağdaş dünyada var olmanın şartlarını kuşanmış, öz değerlerinden
uzaklaşmadan geleceğe doğru ilerleyen bir millet hayal etti.
Ansiklopedi maddelerinde, tarih kitaplarında, hakkında yazılmış portre yazılarında belirtildiği gibi 20. yüzyıl Kazak edebiyatının önemli temsilcilerinden birisi değildi sadece. Mağcan Cumabay, şair, yazar, müteffekir ve bir dava neferi olarak; 20. yüzyılın tozu dumana katan savaş meydanlarından, akıtılan kan ve gözyaşı nehirlerinden, haksızlığa uğrayan insan katarlarından çok şeyler katıyordu yazınına. Bir anlamda tarihe not düşüyordu, edebiyatı ve bizzat hayatıyla.
1913-1916 yılları arasında hem edebî çalışmalarına devam etti hem de Omsk Öğretmen Okulu’na giderek eğitimini sürdürdü. Yine aynı yıllarda Kazak halkını daha çağdaş, daha müreffeh ve huzurlu bir hayata kavuşturmayı hedefleyen Birlik'e ve ardından Alaş Hareketi’ne de katıldı. Bir yandan ülkenin önemli şehirlerinde çıkarılan gazetelerin basın-yayın süreçlerine diğer yandan da “Birlik”, “Cerlestik” (Yerdeşlik) ve “Alqa” (Gerdanlık) gibi edebî ve fikrî hareketlerin ortaya çıkmasına destek veriyordu.
Rusya’da 1917 Devrimi sırasında özerk bir Kazak hükûmetinin kurulması çalışmalarına da katıldı ve Rusya Kurucu Meclisi’nde Kazakları temsil etti. Alaş Partisi Akmola İl Komitesi üyesiydi artık. II. Umumi Kazak Kurultayı’na da katıldı ve kurultaydaki eğitim komisyonuna da başkanlık etti. Alaş Hareketi’nin başarısızlığa uğramasının ardından ise artık yayın faaliyetleri onun hayatının en önemli meşgalesi hâline geldi. Bu yayın faaliyetleri ise mücadeleye başka bir cepheden dâhil olmanın diğer adıydı elbette.
Sırasıyla Akmola’da çıkan Bostandık Tuvı gazetesinde, Şolpan ve Sana dergilerinde, daha sonra da Ak Jol gazetesinde yayın faaliyetlerini yürüttü.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkistan’da meydana gelen siyasî ve sosyal olaylar ve sanayi alanlarındaki gelişmeler, şair ve yazarların ülkede maruz kaldığı siyasi ve sosyal baskılar, işgal atındaki Türkistan, Türkistan halkınını arasında peyda olan “Kadimci-Ceditçi” ayrımı, Ekim Devrimi’nin Kazakistan’daki etkisi, kolektifleştirme faaliyetinin zararları, açlık ve kıtlık, alfabe değişimi gibi sayısız mesele onun şiirlerinin birer ham maddesi hâline geldi.
1923-1927 yıllarıydı, Moskova Edebiyat ve Sanat Enstitüsü’ndeki eğitimi ona Rus dili ve edebiyatının kapılarını açtı. Öyle ki bu derin tanışıklık sonrasında Rus edebiyatının en büyük kalemlerinden oluşan bir çevre edinecekti.
Ancak çarlığın ardından Rusya’yı saran komünizm de Türk milletine dar gömlekler biçmeye başlamıştı çoktan. Kendisiyle aynı idealleri paylaşan diğer aydınlar gibi o da komünist Rusya rejiminin yakın markajı altına alındı. O dönemde Sovyet hükûmeti tarafından düzenlenen tasfiye çalışmaları sırasında millî duyarlılıklarla hareket eden binlerce Türk mütefekkiri sürgün ve idamla cezalandırılıyordu. Sıra ondaydı. 1925’te Enbekşi Kazak gazetesinde, yeni Sovyet yönetimince eserlerinin komünist ideolojisine ters düştüğü iddiasıyla hakkında büyük bir kampanya başlatıldı. Suçu açıktı: Rejimi destekleyen yazılar yazmıyordu!
Bu dönem aynı zamanda komünizm yanlısı ve
millî hareket taraftarı Kazak mütefekkirleri arasında ayrışmalar ve fikir
çatışmalarının da yaşandığı bir dönemdi.
Dolaysıyla bu yıllarda topluma önderlik edecek ve güvenli bir yol tayin
edecek ulusal rehberlere ihtiyaç duyuluyordu. Tam da böyle bir zamanda Mağcan
Cumabay’ın eserleri dinî ve millî kahramanları topluma işaret etmeye başladı. O
özellikle millî ve kültürel motiflerle bezeli; “Tasalı Kazak”, “Yaşamın Süsü
Hürriyet”, “Kedi ile Et”, “Bugünkü Durum”, “Yaralı Can”, “Sır’daki Alaş'a” ve
“Epigramlar” gibi şiirleriyle çağdaşı olduğu mütefekkirleri ve Kazak halkını
millî ve dinî değerlere yönelmeleri için cesaretlendirmek istemişti. O Kazak
milletinin tarihî kahramanları ve olayları ile güncel meseleler arasında bir
köprü kurdu ve bir yandan da halkını bu köprüden geçmek için cesaretlendirdi.
Toparlan Kazak, bilime koş, zamanı geldi,
“Cahillik” kılıcı hedefe almış hâlde seni.
Kenara at kalpak gibi, yerinden kalkarak,
Sabahtan akşama başına çıkıp ezenleri!
Okusun çocuk, eline kitap uzatsana
Malını esirgeme eğitim yolunda,
Eğitim alıp denkleş başkalarla,
Dünya ortak bütün insanoğluna!
Yukarıdaki şiiri, onun şiir ve toplum, edebiyat ve hayat arasında kurduğu muhkem bağa dair önemli bir ipucu. Sanatın içinde bulunulan zaman ve mekândan ve vuku bulan olaylardan bağımsız olamayacağının; gözleri kan, savaş, ihtilal ve sürgün gören bir halkın tüm bunlara bigâne kalan bir edebiyatla, kültür ve eğitimle ayağa kalkamayacağının bilincindeydi.
Mağcan Cumabay, sosyal meseleleri ve siyasal kaygıları şiirlerine taşıdığı gibi bir yandan da her Türk şairi gibi coğrafyasıyla da kuvvetli bir bağ kuruyordu şiirlerinde. Mısıq pen Et/Kedi ile Et, Oral Tauvı/Ural Dağı, Künşığıs/Doğu, Cel/Rüzgâr, Erteği/Masal, Qoylıbaydıñ Qobızı/Koylıbay’ın Kopuzu, Ötirik Ertek/Yalandan Masal gibi şiirleri üzerinden onun kıra, kırsala ve coğrafyasına dair yaklaşımları gözlemlenebilir. Kısacası; Mağcan, milletinin bağlı olduğu her unsur ve değeri şiirinin bir yapı taşı hâline getirmişti. Bunda en önemli faktör ise onun milletinin kültür ve değerlerine bağlı bir şekilde yetiştirilmiş olmasıydı. Milletinin değer yargılarına bağlı bir şair olarak Mağcan Cumabay’ın şiirlerinde, Türk töresine göre toplumun en önemli yapı taşı olarak görülen aileye verdiği önem ve mensup olduğu Türk boylarına duyduğu bağlılık da aşikârdır.
Ek olarak şiirinin sınırları da bellidir onun. İnsanları “Doğulu” ve “Batılı” olarak ele alan şair, kendi milletinin de mensup olduğu Doğulu insan tipini destekleyen bir söylem geliştirir ve Batılıları diğer toplumları sömüren ve nispeten kötü insanlar olarak ele alır. Şiirinin hedefinde elbette Çin, Rus ve Kalmuk gibi kavimler de vardır.
1927 ve 1929 yılları arasında Burabay ve Kızılyar şehirlerinde öğretmenlik yapıyordu ve bir suçlamayla hayatındaki her şey alt üst oldu. Kendisi hakkında Sovyet karşıtı bir örgüte üye olduğuna yönelik suçlamalar öne sürüldü ve bu suçlamalar sonucunda 10 yıl sürgüne mahkûm edildi. Rus edebiyatının en büyük yazarlarından Gorki araya girerek 7 yıl sonunda 1936’da onu ancak sürgünden kurtarabilecekti. Serbest kalmıştı ancak yine de komünist rejimin takibinden tam kurtulmuş değildi. Öğretmenlik yapmak istedi ancak burada da rejim yanlıları tarafından fişlenmekten kurtulamadı, bunun üzerine Almatı’ya geçerek çeviri ve yayıncılık işleriyle meşgul olmaya devam etti. Fakat Stalin’in “büyük terör” politikası, komünizm uğruna kurban edilen sayısız Türk mütefekkiri gibi onu da kurban olarak istedi. 19 Mart 1938’de bundan tam 86 yıl önce, daha 45 yaşındayken, kurşuna dizildi.
Öldürülmüştü ancak ölmemişti. Mağcan Cumabay, uzaklardaki kardeşlerinin acısını da göğsünde hisseden bir şair olarak Türk milletinin kalbinde bir otağ edindi. Biz onu en çok İstiklal Harbi’nde savaşan Türk milletine atfettiği “Alıstaki Bavırıma” (Uzaktaki Kardeşime) şiiriyle biliyoruz. Onun Türk milletinin yekûnuyla kurduğu hakiki ilişkiye dair çok önemli bir delildir bu şiir ve Türkiye Türkçesine şu dizelerle çevrilmiştir:
Alıstagı Bavırıma (Uzaktaki Kardeşime)
Uzakta ağır azap çeken kardeşim
Solmuş laleler gibi kuruyan kardeşim
Etrafını sarmış düşman ortasında
Göl gibi gözyaşı döken kardeşim
Önünü ağır kaygı örtmüş kardeşim
Ömrünce yaddan cefa görmüş kardeşim
Hor bakan, yüreği taş, kötü düşman
Diri diri derini soymuş kardeşim
Ey Pirim! Değil miydi Altın Altay
Anamız bizim? Bizlerse birer tay
Bağrında yürümedik mi serazat
Yüzümüz değil miydi ışık saçan ay?
Alaca altın aşık atışmadık mı?
Tepişip bir döşekte yatışmadık mı?
Anamız olan Altay’ın ak sütünden
Beraber emip beraber tadışmadık mı?
Akmadı mı bizim için dupduru bulak
Şarıldayıp, gürül-gürül dağdan inerek
Hazırdı uçan kuş, kopan yel gibi
Dilesek bir bir atlar, tıpkı Burak
Altay’ın altın günü nazlanarak
Gelende sen pars gibi bir er olarak
Akdeniz, Karadeniz ötelerine
Kardeşim, gittin beni bırakarak
Ben kaldım yavru balaban, kanat açamam
Uçsam diye davransam bir türlü uçamam
Yön bulduran, yol gösteren can kalmadı
Yavuz düşman koyar mı şimdi beni vurmadan?
Kurşunlar genç yüreğime saplandı
Günahsız temiz kanım su gibi aktı
Kansız kalıp kuruyup bayıldım
Karanlık hapse sıkıca kapattı
Görmüyorum gece gezdiğimiz ovayı
Gündüz güneşi, gece gümüş nurlu ayı
Nazlı nazlı ipek kundaklara sarmalayıp
Bizi büyüten altın anam Altay’ı!
Ey Pirim! Ayrıldık mı ulu bütünden?
Dağılıp yılmayan yağan oklardan
Türk’ün pars gibi yüreği varken
Korkak kul mu olduk, düşmandan sinen
Kudrete hamle eden Türk’ün canı
Gerçekten hasta mı, bitti mi hali?
Ateşi söndü mü yürekteki, kurudu mu?
Damarında kaynayan atalar kanı
Kardeşim sen o yanda, ben bu yanda
Kaygıdan kan yutuyoruz, bizim adımıza
Layık mı kul olup durmak? Gel gidelim
Altay’a, ata mirası altın tahta
Kaynaklar:
Lokman Taşkesenlioğlu, Mağcan Cumabay, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, 2020.
İbrahim Kalkan, “Mağcan Cumabay”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, (2020 yılında gözden geçirilmiş 2. Basım/EK-1. Cildi), ss.271-72.
Saadettin Yağmur Gömeç, “Türk Tarihinin Kahramanları: 49- Magcan Cumabay”, Orkun, Sayı 112, İstanbul 2007.
Yerlan Zhiyenbayev, “Mağcan Cumabayev’in Şiirinde İnsan”, Sanat Türkoloji Araştırmaları Dergisi (Nisan, 2017)